İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Artık Tahammülümüz Kalmadı

Politika 11.02.2020 - 19:12, Güncelleme: 16.11.2022 - 03:02 2837+ kez okundu.
 

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Artık Tahammülümüz Kalmadı

Aziz milletim, değerli milletvekilleri, sevgili gençler, basınımızın kıymetli temsilcileri; Sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Grup toplantımıza hoş geldiniz.   Maalesef yeni haftaya, yeni bir acıyla girdik… İdlib’deki askerlerimize yapılan saldırıda, 5 Mehmedimizi daha şehit verdik. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.   Bu olayın ardından yapılan açıklama ise, geçen haftaki açıklamanın aynısıydı. “Saldırı noktaları, ateş destek vasıtalarıyla ateş altına alınmış ve gerekli cevap verilmiş…” Devletin sözüne inanmak durumundayız. Ancak bu inancımız, tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya geldiğimiz gerçeğini, ortadan kaldırmıyor. Evet, artık tahammülümüz kalmadı.   Bu iş öyle açıklamayla falan olmaz. Ülkemizi soktuğunuz Suriye bataklığında, Mehmedim can veriyor, siz daha neyi bekliyorsunuz? Diplomasi seçeneği elbette kıyıda durmalı; Ama Mehmedim toprağa düşerken, ve bunu bir devletin askeri yaparken, lafı uzatmanın anlamı yok. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın, ve gerekeni yapın!   Değerli milletvekilleri; Geçtiğimiz hafta yaşadığımız, Van’daki çığ felaketinde, ve İstanbul’daki uçak kazasında kaybettiğimiz vatandaşlarımıza, Allah’tan rahmet, kederli yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum. Allah milletimize bir daha böyle acılar yaşatmasın.   Kazalar elbette hayatımızın bir gerçeği. Ancak, işin uzmanları, her iki kaza için de, özveriyle yürütüldüğünden şüphe etmediğimiz kurtarma çalışmalarındaki, hatalara işaret ediyorlar. Gösterilmesi gereken dikkatin, gösterilmediğinden bahsediyorlar. Henüz aydınlığa kavuşmamış sorumsuzluklara dair iddialar var. Teknik bazı aksaklıklardan ve insan hatalarından söz ediliyor. Sabiha Gökçen’de yıllardır bitirilemeyen ikinci piste, ve bunun sonucunda kullanılmaya devam edilen, Sayın Bakan’ın tabiriyle, “yorgun piste” dikkat çekiliyor.   Biliyorsunuz, İstanbul’da kaza yapan uçaktan hemen önce, aynı piste iniş yapmaktan vazgeçen, bir başka uçağın yolcularından biri de bendim.   Aynı şartlarda, güvenlik gerekçesiyle pas geçen uçaklar varken, diğer bir uçağın inişine izin verilmesinin, ya da pilotların inme kararı verebiliyor olmasının, üzerinde düşünülmesi, ve detaylı bir inceleme yapılması gerekir. Ama yapılmıyor…   Düşünsenize; Uçak pist dışına çıkıyor… Yardım için gelen özel harekat mensupları, havalimanındaki çukura düşüyor ve yaralanıyor. Ağır yaralı kazazedeler, havalimanının ortasında ambulans bekliyor. Yeteri sayıda ambulans gelmiyor, yaralılar yolcu otobüslerinde taşınıyor. Tüm bunlar olurken, güvenlik elemanları, internete video yükleme peşinde…   İktidara soruyorum; Allah aşkına; Biz, ne zaman bu kadar ciddiyetsiz bir ülke haline geldik? Yaşadığımız her felakette sergilenen bu beceriksizlik, benim uykularımı kaçırıyor. Siz bu halde, nasıl bu kadar rahat uyuyorsunuz? Nasıl oluyor da, her şey yolundaymış gibi davranabiliyorsunuz?   Bana ve partime yönelik tehditlerinizden, zorbalıklarınızdan, yalanlarınızdan korkmadık, ama bu ciddiyetsizlik, bu vurdumduymazlık beni korkutuyor.   Hala, tedbirden önce, felaketin ardından ne yapıldığını, ya da ne yapılamadığını konuşuyoruz. Bu, “geç kalan” bir tartışmadır. Önce tedbiri konuşmalıyız ki, acılar azalsın.   Buyurun size bir başka örnek: Dünya, Çin’den yayılan bir virüse karşı ayakta. Çin’de yaşananları gördükten sonra, “Acaba biz ne kadar hazırlıklıyız?” diye sormamız gerekir.   Sars virüsü, domuz gribi, kuş gribi, Corona virüsü… Dünya doğal kaynaklarını tüketip, metropollere sıkıştıkça, salgın hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek. Bugün, Corona virüsünden sakınsak, yarın başka hastalıklara karşı mücadele etmemiz gerekecek.   Soruyorum: Olası bir salgında, hastanelerimiz, doktorlarımız, hemşirelerimiz, ne yapacaklarını biliyor mu?   ABD aşı geliştiriyor. Rusya aşı geliştiriyor. Soruyorum: Türkiye’de herhangi bir kurum, bu senaryoya karşı herhangi bir çalışma yapıyor mu?   Sorduk, “Ne önlem aldınız?” dedik. “Uzakdoğu’dan gelen yolcuları termal cihazlarla tarıyoruz.” dediler. Ateşi çıkan yolcu varsa kontrol ediliyor, ateşi yoksa geçip gidiyor. Oysa virüsün kuluçka süresi, 15 gün. Bugün turp gibi sağlam biri, 10 gün sonra bir anda hastalanabiliyor.   Soruyorum: Önlem dediğiniz, gelenin ateşini ölçmek midir? Karantina merkezimiz var mı? Maske, serum ve ilaç stoğu yapılıyor mu?   Çin’de gördük: Olası bir salgında hastanelerin kapasitesi yetmiyor. Soruyorum: Hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak, bunların planları var mı?   İş işten geçtikten sonra ailelere başsağlığına gitmek, tedbir değildir. Cenazelere katılmak, tedbir değildir. Evi yıkılanlara ev tahsis etmek, tedbir değildir. Ölümcül virüslere karşı, dut pekmezi yemek de tedbir değildir… Tedbir almak, felaket başa gelmeden çalışmak, en kötü senaryoya göre hazırlanmaktır.   Tabi ağaların keyfi yerinde… “Virüs gelirse, o zaman düşünürüz.” diyorlar. “Deprem olursa, çığ düşerse, ya da uçak kazası olursa, o zaman düşünürüz.” diyorlar. Tedbirli olmak sizin için bu kadar zor mu?   Anladık, nasihatten feyz almıyorsunuz. Peki yitirdiğimiz canlardan ne zaman ders alacaksınız?   Dava arkadaşlarım; Biz artık, “Alınan önlemler sayesinde can kaybı yaşanmadı.” gibi sözler duymak istiyoruz. Yaralıların, 5 dakika içinde hastaneye nakledildiğini duymak istiyoruz. Sorumluların ekranda ağlamasını değil, “Deprem oldu ama bir tane bile bina yıkılmadı.” demesini bekliyoruz.   Bunları sadece eleştirmek için değil, bir seferberliğin başlaması için söylüyorum. Bakın; Uzmanlar, İstanbul depremi konusunda uyarıyor. İstanbul’da yaşanacak bir felaket, sadece İstanbul’u yıkıp geçmez; Türkiye’yi, Türkiye’nin ekonomisini de yıkıp geçer.   Şimdiye dek atılan adımların, yetersiz olduğu aşikar… Ama geçmişi konuşarak, bu kadar önemli bir konuyu, siyasi polemik haline getirmek istemiyorum. İstanbul’un, siyasi polemiklerle kaybedecek vakti yok. Geçmişi bırakalım, bugün ne yapılması gerektiğini konuşalım. Kanal İstanbul’u değil, İstanbul’u depremden nasıl koruyacağımızı konuşalım.   Sayın Erdoğan; Günümüz teknolojisi, depreme karşı güven içinde yaşamamızı sağlayacak, her türlü aracı sunuyor. Sorun belli, çözüm belli. Kanal İstanbul için seferber olacağımıza, gelin, bir kentsel dönüşüm seferberliği başlatalım. Rant konuşacağımıza, gelin, İstanbul’daki binalara, sismik izolatör sistemlerini nasıl entegre edeceğimizi konuşalım. Gelin, gereken adımları atalım, “İstanbul depreme hazır.” diyelim.   Önce tedbirimizi alalım, şehirlerimizi deprem felaketine karşı koruyalım. Ondan sonra ne kadar fantastik projen varsa getir tartışalım. İstersen, Karadeniz’den Akdeniz’e kanal projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, İstanbul’dan Diyarbakır’a tüp geçit projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, Mersin’den Mısır’a köprü projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, damadının “Biz dersek vatandaş inanır.” dediği; Ankara’dan Ay’a duble yol projesini getir, Onu tartışalım. Ama önce milletin canını güvence altına alalım.   Aziz milletim; Israrla söylediğim gibi; biz, bütün kurum ve makamlara, işinin ehli insanların oturtulması gerektiğine inanıyoruz. Milletimiz, kurumları liyakatsiz eşle, dostla, partililerle dolduranlar yüzünden, daha fazla eziyet çekmesin istiyoruz. İnsanlarımızın kaderi, gençlerimizin umutları, beceriksiz damatların rüyalarına, kurban edilmesin istiyoruz.   Bizim meselemiz, bir siyasi fırsat meselesi değil, Bizim meselemiz, bir memleket meselesidir. Ve memleket meselelerini çözebilmek, liyakatli yöneticilerin yapabileceği iştir.   Gün artık, beceriksizlerin elinde, devleti devlet olmaktan çıkaran iktidara, oturdukları makamların önemini hatırlatma günüdür. Gün artık, milletin feryadına kulaklarını tıkayanlara, milletin sesini duyurma günüdür.   Fakat her şeyden önce, Sayın Erdoğan’a, milletin yüreğine ateş düşerken, Cumhurbaşkanı olarak nasıl davranması gerektiğini öğretmemiz gerekiyor.   Van’daki çığ felaketi sırasında, televizyon ekranlarını hatırlayın. İkiye bölünmüş ekranın bir tarafında, arama-kurtarma görüntüleri, diğer yandaysa, Sayın Erdoğan’ın Kırıkkale mitingi vardı.   Milletin aklı, yüreği Bahçesaray’dayken, ülkenin Cumhurbaşkanı aynen şunları söyledi; “Çığdan yeni bir haber geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, tüm bunlar hep tehditler. Biz, Van’da TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar, 4794 konut inşa ettik. 927 konutun ise yapımı sürüyor.”   İnsanın aklı almıyor, inanası gelmiyor. Çığ altındaki vatandaşlarımızın kurtulması için, gözümüzün kulağımızın Van’da olduğu saatlerde, bu ülkenin Cumhurbaşkanı: TOKİ’den, inşaattan bahsediyor; üstüne üstlük mitingi de, “Size keyif çayı getirdim.” diyerek, toplanan vatandaşlara, çay paketleri atarak bitiriyor.   İşte size, “Milletin adamının” geldiği son durum… İşte size, ülkeyi inşaat şantiyesi olarak gören Sayın Erdoğan’ın; milletin acılarıyla, “TOKİ, inşaat…” diyerek kurduğu empati… Yazıklar olsun.   Dava arkadaşlarım; Hep altını çiziyorum; “Liyakat çok önemli.” diyorum. “Devleti liyakat sahibi insanlar yönetirse, sorunları değil, çözümleri konuşuruz.” diyorum. Dinimiz bunu emreder, Türk devlet geleneği bunu söyler…   Allah-u Teala, Nisa Süresi 58. Ayette: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi, ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” buyuruyor. Dikkat edin, emaneti “yakınına, akrabana, senden olana ver.” demiyor, “ehline ver.” diyor.   Türk Devlet geleneğinde ayrı bir yeri olan Koçi Bey’in, dördüncü Murat’a danışmanlık yaptığı zamanda kaleme aldığı, Koçi Bey Risalesi’nde de, liyakat vurgusunu görürsünüz. Liyakatsizliğin, koca bir imparatorluğu çöküşe götüreceğini belirten Koçi Bey der ki: “Yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir.”   18 yıllık Ak Parti iktidarları tüm açıklığıyla bize gösterdi ki; Liyakat meselesi, ülkemizin kanayan yarası olduğu gibi, aynı zamanda sorunlarımızdan kurtulmamız için gerekli, en önemli anahtarlardan biridir.   Bir göreve atama yapacaksan iki özelliğe bakacaksın: “Vatanına milletine sadık mı?” “İşinin ehli mi?”   İktidar ise, bu iki şartı aramak yerine, tek bir kriterle atama yapıyor: “Bana sadık mı?”   Bunun için mülakat sistemi getirdiler. Sınavdan düşük not alsan da, eğer Ak Parti’ye sadıksan, iş senin. Eğer farklı bir siyasi görüşün varsa, “Otur, sıfır.”   Biliyorsunuz Sayın Erdoğan, her ne kadar patronluk kariyeri tartışmalı olsa da; kendisini, bir şirket patronu gibi görmeyi çok sever…   O zaman, kendisine durumu bir de şöyle anlatalım: Sayın Erdoğan; Her şirket sahibi, ve hissedarlar, yatırımlarını garanti altına almak, kazançlarını arttırmak ister. Şirket büyürse patron kazanır, hissedar kazanır. Şirketlerin büyümelerinin anahtarı da, sahip oldukları, yetkin insan kaynağıdır. Günümüzde, insan kaynakları departmanlarının, şirketlerin en çok önem verdiği birimler arasında yer alması, tam olarak bu nedenledir.   Çünkü insan kaynaklarının görevi, şirketlere doğru adayları bulmakla sınırlı değildir. Birçok işinin yanında, aynı zamanda çalışanların performansını ölçer. Her çalışanın, şirket vizyonu ve hedefleriyle uyumlu şekilde, bireysel hedeflerini belirler. Çalışanların başarısını da, bu hedeflere göre objektif olarak değerlendirir. Başarılı çalışanları terfi ettirir, başarısız olanları ise ya değiştirir, veya onların da başarılı olabilmeleri için doğru yolu gösterir.   50 milyon ciro yapan şirketlerin sahiplerinde bile bu anlayış varken, 750 milyar dolarlık ekonomisi olan Türkiye’yi yöneten Sayın Erdoğan’da, bu anlayışı maalesef göremiyoruz.   Tarımı kalkındıracak yüzlerce aday varken, tarımı batıran bir adamı bakan yaptı. Ekonomiyi çok daha iyi yönetecek yüzlerce aday varken, konuyla ilgili en ufak bir fikri olmayan damadını bakan yaptı. Yaptığı yetmiyormuş gibi, bu arkadaşları tüm başarısızlıklarına rağmen, yerlerinde tutuyor.   Neden bu kadar rahatlar biliyor musunuz? Çünkü Türkiye kaybettiğinde, o paralar kendi ceplerinden çıkmıyor. O paralar milletin cebinden çıkıyor, kendi sefaları bozulmuyor, o yüzden umurlarında bile değil.   Türkiye borca batmış, umurlarında değil. Damat beşinci kez hedef tutturamamış, umurlarında değil. İnsanlar işsiz, eziyet çekiyor umurlarında değil.   Bakın; Damat Bey, şans eseri özel bir şirkette finanstan sorumlu genel müdür yardımcısı olsaydı ve sunum yapsaydı: “Şirketimizi gelecek yıl 50 büyüteceğim.” deyip; bir yıl sonunda şirketi krize soksaydı… Dediği ne varsa, tersi olsaydı… Damat Bey’i o koltukta oturturlar mıydı?   Damat Bey, “Dolar 5 liranın altına inecek.” dedi, dolar 6 liranın üzerine çıktı. “Enflasyon düşecek.” dedi, o kadar kurcalamasına rağmen, enflasyon yüzde 12 buçuğa fırladı.   Sayın Erdoğan; Damadını çok beğeniyorsan, git kendin şirket kur, onu batırsın. Milletin rızkıyla daha fazla oyun oynatma.   Unutma ki; Türkiye şirketinin sahibi bu aziz millettir. Ya damadını görevden alır, ekonomiyi işi bilen birine teslim edersin; ya da bu millet, seni de damadınla birlikte kapının önüne koyar, bilesin. Söylemedi deme…   Aziz milletim; Sayın Erdoğan’la benim aramdaki fark nedir, biliyor musunuz?   Sayın Erdoğan’ın derdi, eşine, dostuna, akrabasına hayat yaşatmaktır; benim derdim, itilip kakılan, sesi duyulmayan milyonları hak ettikleri gibi mutlu yaşatmaktır.   Sayın Erdoğan, tüm kuvvetler kendinde toplansın istiyor; Ben, kuvvetler ayrılığı diyorum.   Sayın Erdoğan, “Yargı bana bağlı olsun.” diyor; Ben, “Yargı bağımsız, kararları adaletli olsun.” diyorum.   Sayın Erdoğan, “Meclis bana bağlı olsun, her vekil vicdanını bana teslim etsin.” diyor; Ben, “Meclis millete bağlı olsun, her vekil vicdanını seçmenine teslim etsin.” diyorum.   Sayın Erdoğan, “medya bana bağlı olsun.” diyor, tüm yanlışları gizlesin, Kızılay rezaletinin bile üstünü örtsün istiyor; Ben, medya bağımsız olsun ki, hırsızlar, arsızlar bu ülkede, bu kadar rahat gezemesin istiyorum.   Sayın Erdoğan, ekonomiyi, beceriksiz damadına emanet ediyor; Ben, “Yetişmiş dünya çapında ekonomistlerimiz var.” diyorum.   Vatandaşımız yetkiyi bize verdiğinde; İyi Parti’nin işi ehline vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Milletimiz bize iktidar sorumluluğunu verdiğinde, devlet nezdinde çeşitli görevlere talip olan tüm vatandaşlarımızı; siyasi görüşüne, etnik kökenine, dini inancına, yaşam biçimine bakmadan, sadece bilgi, yetenek ve tecrübeleri ile değerlendirmek, ve bu yapıyı şeffaf bir şekilde kurmak, İyi Parti olarak tüm vatandaşlarımıza sözümüzdür.   Değerli milletvekilleri; Geçtiğimiz hafta, Sayın Erdoğan ile Sayın Başbuğ arasında yaşanan tartışmayı biliyorsunuz. Biz bu tartışmada, şahıslarla değil, kurumlarla ilgiliyiz. Biz bu tartışmada, kimin ekmeğine yağ sürüldüğüyle ilgiliyiz. Bu tartışma, fetöyle mücadele edenlere mi, yoksa bizzat fetönün kendisine mi yarıyor? Biz, işte bu sorunun cevabıyla ilgiliyiz.   Meclise adım attığımız günden beri verdiğimiz önergelerle, fetönün siyasi ayağının araştırılmasını istedik. Bizzat şahit olduğunuz gibi, kendileri dışında herkesi fetöcü ilan eden Ak Parti ve küçük ortak, bu önergelerimizi her defasında reddetti.   Şimdiyse, fetö tezgahlarının mağdurlarından, Genelkurmay eski Başkanı, 2009 yılında yapılan bir yasa değişikliğine, gece yarısı yapılan bir eke dikkat çekti. “Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan düzenlemeyi, bizzat fetönün istediğini” söyledi. Karşılığında aldığı cevap, Ak Parti milletvekillerine, “Gidin dava açın.” çağrısı oldu.   Oysa o sözler, bir yorum değil, bir durum tespitiydi. Türk Ordusu’na kurulan tuzağın, nedenini sorgulayan sözlerdi. İşin ilginç yanı, aslında Sayın Erdoğan’ın da kabul ettiği bir sürece işaret ediyordu. Sayın Erdoğan çıkıp, ne demişti? “Kandırıldık. Önce Allah, sonra milletim bizi affetsin.”   Türkiye’yi, 15 Temmuz ihanetine götüren sürecin gerçekleri ortadayken, kurumlarımızı yıpratacak yeni hamlelere, yeni sözlere karşı dikkatli olmalısınız.   Kurumlarımızın daha fazla yıpratılmasına izin veremeyiz. İhtiyacımız olan, fetöyü sevindirecek kavgalar değildir. İhtiyacımız olan, fetönün siyasi ayağını ortaya çıkarıp, siyasetimizi bu kirden, bu pastan temizlemektir. Bu, samimiyet ister. Bu, kararlılık ister. Bu, her tür hesaptan arınmış, cesur adımlar ister.   Biz buna varız. Buyurun, bir kez daha çağrı yapıyorum; Madem bizim önergelerimize destek vermiyorsunuz, O zaman, siz bir önerge verin, “fetönün siyasi ayağını araştıralım.” deyin, biz, sizin önergenize destek verelim. Çünkü Türkiye’nin bu hesabı artık kapatması lazım. Kapatmadıkça, bu yara kanamaya devam edecektir.   Aziz milletim, sevgili gençler; Biz, kanayan yaralarımız olmasın istiyoruz. Biz, Türkiye tedavilere değil, refaha, zenginliğe, huzura kafa yorsun istiyoruz. Biz, milletimiz, hakkına, hukukuna kavuşsun istiyoruz. Biz, milletimiz, Saray zenginlerinin şatafatına değil, evlatlarının geleceğine çalışsın istiyoruz. Biz, Türkiye hakkaniyetle idare edilsin, millet yeniden velinimet olsun istiyoruz.   Biz, tüm bunların, Sayın Erdoğan’ın iki dudağı arasına hapsedilmiş, bu uyduruk sistemle değil, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemle mümkün olacağını görüyoruz.   Yol arkadaşlarım; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kendilerine verdiği özgüven ve kibirle, iktidar mensupları, ipin ucunu artık iyice kaçırdı.   Biliyorsunuz bir baba, “Çocuklarım aç.” diyerek, kendini ateşe verdi. Bu acı yüreğimizi dağlarken, Ak Partili bir meclis üyesi çıkıp dedi ki; “Kimse açlıktan kendini yakmaz. Öyle olsaydı, Afrika ülkelerinde insan kalmazdı. Böyle ucuz siyasi manevraları, millet yemez.”   Şu sözlere bakar mısınız? Şu insanlığa bakar mısınız? Şu vicdana bakar mısınız? İşte bu, milletine yabancılaşmış, milletiyle bağını koparmış bir iktidarın, tüm hücrelerine sinmiş nobranlığın, kibrin ispatıdır.   Ünlü yönetmen Ingmar Bergman’a soruyorlar: “Her şey kötüye gidiyor, insanlığı ne kurtaracak?” Bergman da “Utanmak.” diyor. “İnsanlığı, utanmak kurtaracak.” diyor. Ar damarı çatlamışların, artık Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı. Evlatları aç diye, kendini yakan bir babanın, önünde boynunu bükmek yerine, bir de laf yetiştiren utanmazlığın Türkiye’ye verebileceği bir şey kalmadı.   Biz biliriz ki; “Allahtan korkmayan, kuldan utanmaz.” Onlar utanmadıkça, harçlık veremeyen babalar, çocuklarının yüzüne bakmaya utanıyor. Onlar utanmadıkça, evladının önüne iki kap yemeği koyamayan, analar utanıyor. Onlar utanmadıkça, dardaki babasından, harçlık istemek zorunda kalan, işsiz gençlerimiz utanıyor. Onlar utanmadıkça, ben utanıyorum. Onlar utanmadıkça, koca bir memleket utanıyor.   Biz, Allah’tan korkuyoruz. Biz, yeniden ve hep birlikte o ipin ucunu tutalım ve ayağa kalkalım istiyoruz.   Şundan emin olun, milletimiz artık her şeyin farkında. Bu büyük millet, sandıkta bu utanmazlığa öyle bir ders verecek ki, yarın vatandaşımızın yüzüne bakmaya onlar utanacak.   Dava arkadaşlarım; Sözlerime son verirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki bir başka utanmaza değinmek istiyorum. Türkiye’yi işgalci gibi tarif edebilen, Hatay’la kavuşmamızda büyük emeği olan Tayfur Sökmen’e laf söyleyebilen, bir başka utanmaz: Mustafa Akıncı. Rahmetli Rauf Denktaş’a hakaret etmeye utanmayan Ak Parti politikalarının eseri: Mustafa Akıncı.   Kendisine en güzel cevabı rahmetli Rauf Denktaş veriyor: “Üzerinde hür yaşayalım diye canlarını kanlarını vermiş olan insanların, bize bırakmış oldukları toprakları, mirasyedi gibi ne satabiliriz, ne de bırakıp kaçabiliriz. Sonuna kadar koruyacağız.”   Ben, Kıbrıs Türklüğü’ne inanıyorum. Ben, bu sözleri şiar olarak benimseyen, Kıbrıs Türklerine güveniyorum. Ankara’daki beceriksizlere, Lefkoşa’daki utanmazlara rağmen, Kıbrıs davamızı onların ayakta tutacaklarından eminim.   Neymiş? Beyefendi, Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü temsil eden, o kutlu sözleri beğenmiyormuş. Neymiş? 1950’lerin sloganıymış… Neymiş? Artık hükmü yokmuş, bugüne uygun değilmiş…   Hayırdır Mustafa Bey? Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok?   Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı. O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi.    İşte o nedenle, herkes sussa da biz susmayacağız, ve Mustafa Akıncı gibi rahatsız olanlara inat, diyeceğiz ki: KIBRIS TÜRKTÜR, TÜRK KALACAK! Ve her zaman, her yerde; NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!   Sağolun, var olun, Allah’a emanet olun.

Aziz milletim, değerli milletvekilleri, sevgili gençler, basınımızın kıymetli temsilcileri;

Sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Grup toplantımıza hoş geldiniz.

 

Maalesef yeni haftaya, yeni bir acıyla girdik…

İdlib’deki askerlerimize yapılan saldırıda, 5 Mehmedimizi daha şehit verdik.

Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.

 

Bu olayın ardından yapılan açıklama ise, geçen haftaki açıklamanın aynısıydı.

“Saldırı noktaları, ateş destek vasıtalarıyla ateş altına alınmış ve gerekli cevap verilmiş…”

Devletin sözüne inanmak durumundayız.

Ancak bu inancımız, tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya geldiğimiz gerçeğini, ortadan kaldırmıyor.

Evet, artık tahammülümüz kalmadı.

 

Bu iş öyle açıklamayla falan olmaz.

Ülkemizi soktuğunuz Suriye bataklığında, Mehmedim can veriyor, siz daha neyi bekliyorsunuz?

Diplomasi seçeneği elbette kıyıda durmalı;

Ama Mehmedim toprağa düşerken, ve bunu bir devletin askeri yaparken, lafı uzatmanın anlamı yok.

Mikrofon delikanlılığını artık bırakın, ve gerekeni yapın!

 

Değerli milletvekilleri;

Geçtiğimiz hafta yaşadığımız,

Van’daki çığ felaketinde, ve İstanbul’daki uçak kazasında kaybettiğimiz vatandaşlarımıza,

Allah’tan rahmet, kederli yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Allah milletimize bir daha böyle acılar yaşatmasın.

 

Kazalar elbette hayatımızın bir gerçeği.

Ancak, işin uzmanları, her iki kaza için de,

özveriyle yürütüldüğünden şüphe etmediğimiz kurtarma çalışmalarındaki,

hatalara işaret ediyorlar.

Gösterilmesi gereken dikkatin, gösterilmediğinden bahsediyorlar.

Henüz aydınlığa kavuşmamış sorumsuzluklara dair iddialar var.

Teknik bazı aksaklıklardan ve insan hatalarından söz ediliyor.

Sabiha Gökçen’de yıllardır bitirilemeyen ikinci piste,

ve bunun sonucunda kullanılmaya devam edilen,

Sayın Bakan’ın tabiriyle, “yorgun piste” dikkat çekiliyor.

 

Biliyorsunuz, İstanbul’da kaza yapan uçaktan hemen önce,

aynı piste iniş yapmaktan vazgeçen, bir başka uçağın yolcularından biri de bendim.

 

Aynı şartlarda,

güvenlik gerekçesiyle pas geçen uçaklar varken,

diğer bir uçağın inişine izin verilmesinin,

ya da pilotların inme kararı verebiliyor olmasının,

üzerinde düşünülmesi, ve detaylı bir inceleme yapılması gerekir.

Ama yapılmıyor…

 

Düşünsenize;

Uçak pist dışına çıkıyor…

Yardım için gelen özel harekat mensupları, havalimanındaki çukura düşüyor ve yaralanıyor.

Ağır yaralı kazazedeler, havalimanının ortasında ambulans bekliyor.

Yeteri sayıda ambulans gelmiyor, yaralılar yolcu otobüslerinde taşınıyor.

Tüm bunlar olurken, güvenlik elemanları, internete video yükleme peşinde…

 

İktidara soruyorum;

Allah aşkına;

Biz, ne zaman bu kadar ciddiyetsiz bir ülke haline geldik?

Yaşadığımız her felakette sergilenen bu beceriksizlik, benim uykularımı kaçırıyor.

Siz bu halde, nasıl bu kadar rahat uyuyorsunuz?

Nasıl oluyor da, her şey yolundaymış gibi davranabiliyorsunuz?

 

Bana ve partime yönelik tehditlerinizden, zorbalıklarınızdan, yalanlarınızdan korkmadık,

ama bu ciddiyetsizlik, bu vurdumduymazlık beni korkutuyor.

 

Hala, tedbirden önce, felaketin ardından ne yapıldığını, ya da ne yapılamadığını konuşuyoruz.

Bu, “geç kalan” bir tartışmadır.

Önce tedbiri konuşmalıyız ki, acılar azalsın.

 

Buyurun size bir başka örnek:

Dünya, Çin’den yayılan bir virüse karşı ayakta.

Çin’de yaşananları gördükten sonra,

“Acaba biz ne kadar hazırlıklıyız?” diye sormamız gerekir.

 

Sars virüsü, domuz gribi, kuş gribi, Corona virüsü…

Dünya doğal kaynaklarını tüketip, metropollere sıkıştıkça,

salgın hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek.

Bugün, Corona virüsünden sakınsak, yarın başka hastalıklara karşı mücadele etmemiz gerekecek.

 

Soruyorum:

Olası bir salgında, hastanelerimiz, doktorlarımız, hemşirelerimiz, ne yapacaklarını biliyor mu?

 

ABD aşı geliştiriyor.

Rusya aşı geliştiriyor.

Soruyorum:

Türkiye’de herhangi bir kurum, bu senaryoya karşı herhangi bir çalışma yapıyor mu?

 

Sorduk, “Ne önlem aldınız?” dedik.

“Uzakdoğu’dan gelen yolcuları termal cihazlarla tarıyoruz.” dediler.

Ateşi çıkan yolcu varsa kontrol ediliyor, ateşi yoksa geçip gidiyor.

Oysa virüsün kuluçka süresi, 15 gün.

Bugün turp gibi sağlam biri, 10 gün sonra bir anda hastalanabiliyor.

 

Soruyorum:

Önlem dediğiniz, gelenin ateşini ölçmek midir?

Karantina merkezimiz var mı?

Maske, serum ve ilaç stoğu yapılıyor mu?

 

Çin’de gördük:

Olası bir salgında hastanelerin kapasitesi yetmiyor.

Soruyorum:

Hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak, bunların planları var mı?

 

İş işten geçtikten sonra ailelere başsağlığına gitmek, tedbir değildir.

Cenazelere katılmak, tedbir değildir.

Evi yıkılanlara ev tahsis etmek, tedbir değildir.

Ölümcül virüslere karşı, dut pekmezi yemek de tedbir değildir…

Tedbir almak, felaket başa gelmeden çalışmak, en kötü senaryoya göre hazırlanmaktır.

 

Tabi ağaların keyfi yerinde…

“Virüs gelirse, o zaman düşünürüz.” diyorlar.

“Deprem olursa, çığ düşerse, ya da uçak kazası olursa, o zaman düşünürüz.” diyorlar.

Tedbirli olmak sizin için bu kadar zor mu?

 

Anladık, nasihatten feyz almıyorsunuz.

Peki yitirdiğimiz canlardan ne zaman ders alacaksınız?

 

Dava arkadaşlarım;

Biz artık, “Alınan önlemler sayesinde can kaybı yaşanmadı.” gibi sözler duymak istiyoruz.

Yaralıların, 5 dakika içinde hastaneye nakledildiğini duymak istiyoruz.

Sorumluların ekranda ağlamasını değil,

“Deprem oldu ama bir tane bile bina yıkılmadı.” demesini bekliyoruz.

 

Bunları sadece eleştirmek için değil, bir seferberliğin başlaması için söylüyorum.

Bakın;

Uzmanlar, İstanbul depremi konusunda uyarıyor.

İstanbul’da yaşanacak bir felaket, sadece İstanbul’u yıkıp geçmez;

Türkiye’yi, Türkiye’nin ekonomisini de yıkıp geçer.

 

Şimdiye dek atılan adımların, yetersiz olduğu aşikar…

Ama geçmişi konuşarak, bu kadar önemli bir konuyu, siyasi polemik haline getirmek istemiyorum.

İstanbul’un, siyasi polemiklerle kaybedecek vakti yok.

Geçmişi bırakalım, bugün ne yapılması gerektiğini konuşalım.

Kanal İstanbul’u değil, İstanbul’u depremden nasıl koruyacağımızı konuşalım.

 

Sayın Erdoğan;

Günümüz teknolojisi, depreme karşı güven içinde yaşamamızı sağlayacak, her türlü aracı sunuyor.

Sorun belli, çözüm belli.

Kanal İstanbul için seferber olacağımıza, gelin, bir kentsel dönüşüm seferberliği başlatalım.

Rant konuşacağımıza, gelin, İstanbul’daki binalara, sismik izolatör sistemlerini nasıl entegre edeceğimizi konuşalım.

Gelin, gereken adımları atalım, “İstanbul depreme hazır.” diyelim.

 

Önce tedbirimizi alalım, şehirlerimizi deprem felaketine karşı koruyalım.

Ondan sonra ne kadar fantastik projen varsa getir tartışalım.

İstersen, Karadeniz’den Akdeniz’e kanal projesi getir,

Onu tartışalım.

İstersen, İstanbul’dan Diyarbakır’a tüp geçit projesi getir,

Onu tartışalım.

İstersen, Mersin’den Mısır’a köprü projesi getir,

Onu tartışalım.

İstersen, damadının “Biz dersek vatandaş inanır.” dediği;

Ankara’dan Ay’a duble yol projesini getir,

Onu tartışalım.

Ama önce milletin canını güvence altına alalım.

 

Aziz milletim;

Israrla söylediğim gibi;

biz, bütün kurum ve makamlara,

işinin ehli insanların oturtulması gerektiğine inanıyoruz.

Milletimiz, kurumları liyakatsiz eşle, dostla, partililerle dolduranlar yüzünden,

daha fazla eziyet çekmesin istiyoruz.

İnsanlarımızın kaderi, gençlerimizin umutları,

beceriksiz damatların rüyalarına, kurban edilmesin istiyoruz.

 

Bizim meselemiz, bir siyasi fırsat meselesi değil,

Bizim meselemiz, bir memleket meselesidir.

Ve memleket meselelerini çözebilmek, liyakatli yöneticilerin yapabileceği iştir.

 

Gün artık, beceriksizlerin elinde, devleti devlet olmaktan çıkaran iktidara,

oturdukları makamların önemini hatırlatma günüdür.

Gün artık, milletin feryadına kulaklarını tıkayanlara,

milletin sesini duyurma günüdür.

 

Fakat her şeyden önce, Sayın Erdoğan’a, milletin yüreğine ateş düşerken,

Cumhurbaşkanı olarak nasıl davranması gerektiğini öğretmemiz gerekiyor.

 

Van’daki çığ felaketi sırasında, televizyon ekranlarını hatırlayın.

İkiye bölünmüş ekranın bir tarafında, arama-kurtarma görüntüleri,

diğer yandaysa, Sayın Erdoğan’ın Kırıkkale mitingi vardı.

 

Milletin aklı, yüreği Bahçesaray’dayken, ülkenin Cumhurbaşkanı aynen şunları söyledi;

“Çığdan yeni bir haber geldi.

Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu.

Allah rahmet eylesin.

Maalesef çığ, heyelan, tüm bunlar hep tehditler.

Biz, Van’da TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar, 4794 konut inşa ettik.

927 konutun ise yapımı sürüyor.”

 

İnsanın aklı almıyor, inanası gelmiyor.

Çığ altındaki vatandaşlarımızın kurtulması için,

gözümüzün kulağımızın Van’da olduğu saatlerde,

bu ülkenin Cumhurbaşkanı:

TOKİ’den, inşaattan bahsediyor;

üstüne üstlük mitingi de, “Size keyif çayı getirdim.” diyerek,

toplanan vatandaşlara, çay paketleri atarak bitiriyor.

 

İşte size, “Milletin adamının” geldiği son durum…

İşte size, ülkeyi inşaat şantiyesi olarak gören Sayın Erdoğan’ın;

milletin acılarıyla, “TOKİ, inşaat…” diyerek kurduğu empati…

Yazıklar olsun.

 

Dava arkadaşlarım;

Hep altını çiziyorum;

“Liyakat çok önemli.” diyorum.

“Devleti liyakat sahibi insanlar yönetirse, sorunları değil, çözümleri konuşuruz.” diyorum.

Dinimiz bunu emreder, Türk devlet geleneği bunu söyler…

 

Allah-u Teala, Nisa Süresi 58. Ayette:

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi,

ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman,

adaletle hükmetmenizi emreder.” buyuruyor.

Dikkat edin, emaneti “yakınına, akrabana, senden olana ver.” demiyor, “ehline ver.” diyor.

 

Türk Devlet geleneğinde ayrı bir yeri olan Koçi Bey’in,

dördüncü Murat’a danışmanlık yaptığı zamanda kaleme aldığı,

Koçi Bey Risalesi’nde de, liyakat vurgusunu görürsünüz.

Liyakatsizliğin, koca bir imparatorluğu çöküşe götüreceğini belirten Koçi Bey der ki:

“Yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir.

En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir.”

 

18 yıllık Ak Parti iktidarları tüm açıklığıyla bize gösterdi ki;

Liyakat meselesi, ülkemizin kanayan yarası olduğu gibi,

aynı zamanda sorunlarımızdan kurtulmamız için gerekli, en önemli anahtarlardan biridir.

 

Bir göreve atama yapacaksan iki özelliğe bakacaksın:

“Vatanına milletine sadık mı?”

“İşinin ehli mi?”

 

İktidar ise, bu iki şartı aramak yerine, tek bir kriterle atama yapıyor:

“Bana sadık mı?”

 

Bunun için mülakat sistemi getirdiler.

Sınavdan düşük not alsan da, eğer Ak Parti’ye sadıksan, iş senin.

Eğer farklı bir siyasi görüşün varsa, “Otur, sıfır.”

 

Biliyorsunuz Sayın Erdoğan,

her ne kadar patronluk kariyeri tartışmalı olsa da;

kendisini, bir şirket patronu gibi görmeyi çok sever…

 

O zaman, kendisine durumu bir de şöyle anlatalım:

Sayın Erdoğan;

Her şirket sahibi, ve hissedarlar, yatırımlarını garanti altına almak, kazançlarını arttırmak ister.

Şirket büyürse patron kazanır, hissedar kazanır.

Şirketlerin büyümelerinin anahtarı da, sahip oldukları, yetkin insan kaynağıdır.

Günümüzde, insan kaynakları departmanlarının,

şirketlerin en çok önem verdiği birimler arasında yer alması,

tam olarak bu nedenledir.

 

Çünkü insan kaynaklarının görevi, şirketlere doğru adayları bulmakla sınırlı değildir.

Birçok işinin yanında, aynı zamanda çalışanların performansını ölçer.

Her çalışanın, şirket vizyonu ve hedefleriyle uyumlu şekilde, bireysel hedeflerini belirler.

Çalışanların başarısını da, bu hedeflere göre objektif olarak değerlendirir.

Başarılı çalışanları terfi ettirir, başarısız olanları ise ya değiştirir,

veya onların da başarılı olabilmeleri için doğru yolu gösterir.

 

50 milyon ciro yapan şirketlerin sahiplerinde bile bu anlayış varken,

750 milyar dolarlık ekonomisi olan Türkiye’yi yöneten Sayın Erdoğan’da, bu anlayışı maalesef göremiyoruz.

 

Tarımı kalkındıracak yüzlerce aday varken, tarımı batıran bir adamı bakan yaptı.

Ekonomiyi çok daha iyi yönetecek yüzlerce aday varken, konuyla ilgili en ufak bir fikri olmayan damadını bakan yaptı.

Yaptığı yetmiyormuş gibi, bu arkadaşları tüm başarısızlıklarına rağmen, yerlerinde tutuyor.

 

Neden bu kadar rahatlar biliyor musunuz?

Çünkü Türkiye kaybettiğinde, o paralar kendi ceplerinden çıkmıyor.

O paralar milletin cebinden çıkıyor, kendi sefaları bozulmuyor,

o yüzden umurlarında bile değil.

 

Türkiye borca batmış, umurlarında değil.

Damat beşinci kez hedef tutturamamış, umurlarında değil.

İnsanlar işsiz, eziyet çekiyor umurlarında değil.

 

Bakın;

Damat Bey, şans eseri özel bir şirkette finanstan sorumlu genel müdür yardımcısı olsaydı ve sunum yapsaydı:

“Şirketimizi gelecek yıl 50 büyüteceğim.” deyip;

bir yıl sonunda şirketi krize soksaydı…

Dediği ne varsa, tersi olsaydı…

Damat Bey’i o koltukta oturturlar mıydı?

 

Damat Bey, “Dolar 5 liranın altına inecek.” dedi, dolar 6 liranın üzerine çıktı.

“Enflasyon düşecek.” dedi, o kadar kurcalamasına rağmen, enflasyon yüzde 12 buçuğa fırladı.

 

Sayın Erdoğan;

Damadını çok beğeniyorsan, git kendin şirket kur, onu batırsın.

Milletin rızkıyla daha fazla oyun oynatma.

 

Unutma ki;

Türkiye şirketinin sahibi bu aziz millettir.

Ya damadını görevden alır, ekonomiyi işi bilen birine teslim edersin;

ya da bu millet, seni de damadınla birlikte kapının önüne koyar, bilesin.

Söylemedi deme…

 

Aziz milletim;

Sayın Erdoğan’la benim aramdaki fark nedir, biliyor musunuz?

 

Sayın Erdoğan’ın derdi, eşine, dostuna, akrabasına hayat yaşatmaktır;

benim derdim, itilip kakılan, sesi duyulmayan milyonları hak ettikleri gibi mutlu yaşatmaktır.

 

Sayın Erdoğan, tüm kuvvetler kendinde toplansın istiyor;

Ben, kuvvetler ayrılığı diyorum.

 

Sayın Erdoğan, “Yargı bana bağlı olsun.” diyor;

Ben, “Yargı bağımsız, kararları adaletli olsun.” diyorum.

 

Sayın Erdoğan, “Meclis bana bağlı olsun, her vekil vicdanını bana teslim etsin.” diyor;

Ben, “Meclis millete bağlı olsun, her vekil vicdanını seçmenine teslim etsin.” diyorum.

 

Sayın Erdoğan, “medya bana bağlı olsun.” diyor, tüm yanlışları gizlesin, Kızılay rezaletinin bile üstünü örtsün istiyor;

Ben, medya bağımsız olsun ki, hırsızlar, arsızlar bu ülkede, bu kadar rahat gezemesin istiyorum.

 

Sayın Erdoğan, ekonomiyi, beceriksiz damadına emanet ediyor;

Ben, “Yetişmiş dünya çapında ekonomistlerimiz var.” diyorum.

 

Vatandaşımız yetkiyi bize verdiğinde;

İyi Parti’nin işi ehline vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Milletimiz bize iktidar sorumluluğunu verdiğinde,

devlet nezdinde çeşitli görevlere talip olan tüm vatandaşlarımızı;

siyasi görüşüne, etnik kökenine, dini inancına, yaşam biçimine bakmadan,

sadece bilgi, yetenek ve tecrübeleri ile değerlendirmek,

ve bu yapıyı şeffaf bir şekilde kurmak,

İyi Parti olarak tüm vatandaşlarımıza sözümüzdür.

 

Değerli milletvekilleri;

Geçtiğimiz hafta, Sayın Erdoğan ile Sayın Başbuğ arasında yaşanan tartışmayı biliyorsunuz.

Biz bu tartışmada, şahıslarla değil, kurumlarla ilgiliyiz.

Biz bu tartışmada, kimin ekmeğine yağ sürüldüğüyle ilgiliyiz.

Bu tartışma, fetöyle mücadele edenlere mi, yoksa bizzat fetönün kendisine mi yarıyor?

Biz, işte bu sorunun cevabıyla ilgiliyiz.

 

Meclise adım attığımız günden beri verdiğimiz önergelerle,

fetönün siyasi ayağının araştırılmasını istedik.

Bizzat şahit olduğunuz gibi,

kendileri dışında herkesi fetöcü ilan eden Ak Parti ve küçük ortak,

bu önergelerimizi her defasında reddetti.

 

Şimdiyse, fetö tezgahlarının mağdurlarından, Genelkurmay eski Başkanı,

2009 yılında yapılan bir yasa değişikliğine, gece yarısı yapılan bir eke dikkat çekti.

“Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan düzenlemeyi,

bizzat fetönün istediğini” söyledi.

Karşılığında aldığı cevap, Ak Parti milletvekillerine, “Gidin dava açın.” çağrısı oldu.

 

Oysa o sözler, bir yorum değil, bir durum tespitiydi.

Türk Ordusu’na kurulan tuzağın, nedenini sorgulayan sözlerdi.

İşin ilginç yanı, aslında Sayın Erdoğan’ın da kabul ettiği bir sürece işaret ediyordu.

Sayın Erdoğan çıkıp, ne demişti?

“Kandırıldık. Önce Allah, sonra milletim bizi affetsin.”

 

Türkiye’yi, 15 Temmuz ihanetine götüren sürecin gerçekleri ortadayken,

kurumlarımızı yıpratacak yeni hamlelere, yeni sözlere karşı dikkatli olmalısınız.

 

Kurumlarımızın daha fazla yıpratılmasına izin veremeyiz.

İhtiyacımız olan, fetöyü sevindirecek kavgalar değildir.

İhtiyacımız olan, fetönün siyasi ayağını ortaya çıkarıp,

siyasetimizi bu kirden, bu pastan temizlemektir.

Bu, samimiyet ister.

Bu, kararlılık ister.

Bu, her tür hesaptan arınmış, cesur adımlar ister.

 

Biz buna varız.

Buyurun, bir kez daha çağrı yapıyorum;

Madem bizim önergelerimize destek vermiyorsunuz,

O zaman, siz bir önerge verin,

“fetönün siyasi ayağını araştıralım.” deyin,

biz, sizin önergenize destek verelim.

Çünkü Türkiye’nin bu hesabı artık kapatması lazım.

Kapatmadıkça, bu yara kanamaya devam edecektir.

 

Aziz milletim, sevgili gençler;

Biz, kanayan yaralarımız olmasın istiyoruz.

Biz, Türkiye tedavilere değil, refaha, zenginliğe, huzura kafa yorsun istiyoruz.

Biz, milletimiz, hakkına, hukukuna kavuşsun istiyoruz.

Biz, milletimiz, Saray zenginlerinin şatafatına değil, evlatlarının geleceğine çalışsın istiyoruz.

Biz, Türkiye hakkaniyetle idare edilsin, millet yeniden velinimet olsun istiyoruz.

 

Biz, tüm bunların, Sayın Erdoğan’ın iki dudağı arasına hapsedilmiş, bu uyduruk sistemle değil,

İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemle mümkün olacağını görüyoruz.

 

Yol arkadaşlarım;

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kendilerine verdiği özgüven ve kibirle,

iktidar mensupları, ipin ucunu artık iyice kaçırdı.

 

Biliyorsunuz bir baba, “Çocuklarım aç.” diyerek, kendini ateşe verdi.

Bu acı yüreğimizi dağlarken, Ak Partili bir meclis üyesi çıkıp dedi ki;

“Kimse açlıktan kendini yakmaz.

Öyle olsaydı, Afrika ülkelerinde insan kalmazdı.

Böyle ucuz siyasi manevraları, millet yemez.”

 

Şu sözlere bakar mısınız?

Şu insanlığa bakar mısınız?

Şu vicdana bakar mısınız?

İşte bu, milletine yabancılaşmış, milletiyle bağını koparmış bir iktidarın,

tüm hücrelerine sinmiş nobranlığın, kibrin ispatıdır.

 

Ünlü yönetmen Ingmar Bergman’a soruyorlar:

“Her şey kötüye gidiyor, insanlığı ne kurtaracak?”

Bergman da “Utanmak.” diyor.

“İnsanlığı, utanmak kurtaracak.” diyor.

Ar damarı çatlamışların, artık Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı.

Evlatları aç diye, kendini yakan bir babanın, önünde boynunu bükmek yerine,

bir de laf yetiştiren utanmazlığın Türkiye’ye verebileceği bir şey kalmadı.

 

Biz biliriz ki;

“Allahtan korkmayan, kuldan utanmaz.”

Onlar utanmadıkça, harçlık veremeyen babalar, çocuklarının yüzüne bakmaya utanıyor.

Onlar utanmadıkça, evladının önüne iki kap yemeği koyamayan, analar utanıyor.

Onlar utanmadıkça, dardaki babasından, harçlık istemek zorunda kalan, işsiz gençlerimiz utanıyor.

Onlar utanmadıkça, ben utanıyorum.

Onlar utanmadıkça, koca bir memleket utanıyor.

 

Biz, Allah’tan korkuyoruz.

Biz, yeniden ve hep birlikte o ipin ucunu tutalım ve ayağa kalkalım istiyoruz.

 

Şundan emin olun, milletimiz artık her şeyin farkında.

Bu büyük millet, sandıkta bu utanmazlığa öyle bir ders verecek ki,

yarın vatandaşımızın yüzüne bakmaya onlar utanacak.

 

Dava arkadaşlarım;

Sözlerime son verirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki bir başka utanmaza değinmek istiyorum.

Türkiye’yi işgalci gibi tarif edebilen,

Hatay’la kavuşmamızda büyük emeği olan Tayfur Sökmen’e laf söyleyebilen,

bir başka utanmaz:

Mustafa Akıncı.

Rahmetli Rauf Denktaş’a hakaret etmeye utanmayan Ak Parti politikalarının eseri:

Mustafa Akıncı.

 

Kendisine en güzel cevabı rahmetli Rauf Denktaş veriyor:

“Üzerinde hür yaşayalım diye canlarını kanlarını vermiş olan insanların,

bize bırakmış oldukları toprakları, mirasyedi gibi ne satabiliriz, ne de bırakıp kaçabiliriz.

Sonuna kadar koruyacağız.”

 

Ben, Kıbrıs Türklüğü’ne inanıyorum.

Ben, bu sözleri şiar olarak benimseyen, Kıbrıs Türklerine güveniyorum.

Ankara’daki beceriksizlere, Lefkoşa’daki utanmazlara rağmen,

Kıbrıs davamızı onların ayakta tutacaklarından eminim.

 

Neymiş?

Beyefendi, Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü temsil eden, o kutlu sözleri beğenmiyormuş.

Neymiş?

1950’lerin sloganıymış…

Neymiş?

Artık hükmü yokmuş, bugüne uygun değilmiş…

 

Hayırdır Mustafa Bey?

Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok?

 

Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı.

O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi. 

 

İşte o nedenle, herkes sussa da biz susmayacağız,

ve Mustafa Akıncı gibi rahatsız olanlara inat, diyeceğiz ki:

KIBRIS TÜRKTÜR, TÜRK KALACAK!

Ve her zaman, her yerde;

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

 

Sağolun, var olun,

Allah’a emanet olun.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve antalyahabertakip.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.